Zamanlama hatasından ibaret bir benliğim vardı. Bütün ihanetleri rafa kaldırmış ve pasif bir ruhu kendime yamalamıştım. Mutluydum belki böyle belki de çok mutsuzdum ama asla anlamaya çalışmamıştım olup biteni. Bir yerlerde adını sanını bilmediğim, adımı sanımı bilmeyen benim olan bir sürü insanı ölesiye seviyordum mesela. Yanıbaşımda dönüp duran senaryolara tutunamıyordum bir türlü ama oyun her zaman tekrar tekrar sahnelenebiliyordu. İşin garibi, ben de o oyuna nasıl oluyorsam mutlaka dahil oluyordum bir şekilde. Ucu bucağı olmuyordu düşlerimin ama ne hikmetse düşmelerimi de hep düşlerimden biliyordum. Bir bardağa tav olacak kadar basitti isteklerim. Ben kolay mutlu edilebilen biriydim, onlar mutlu etmemeyi daha kolay buluyorlardı ısrarla. Ben bir şekilde uğraşıyordum ama tanıdığımı sandıklarımı iknaya yeterli olamıyordum ne hikmetse. Hep uzağında kaldığım bir hayatım vardı. Akrebin bile yelkovanı kovaladığı şu evrensel kurallar içinde bir insanın bile varlığından haberdar olmadığı bir insan olmayı nasıl başardığımı kendime sık sık sormaya başlamıştım bir süre sonra. Hani o beni mutlu eden bardak var ya, içini bir şekilde dolduruyordum. Ama asla bitmiyordu içindeki, hep yarım kalıyordu ve hep leke bırakıyordu ve hep, ısrarla, o bulaşıkları kaldırmak ve yıkamak bana kalıyordu! Azıcık tembellik yapmaya gelmiyordu mutluluktan artakalanlar çok kolay kuruyordu ve çok zor temizleniyordu. Sonra raftaki yerlerine yerleşiyorlardı ve sonra aynı senaryo aynı oyun, aynı komutlar, aynı sesler, hep.Bir köprünün denizdeki yansımasından başka bir şey olmayan bir ailem vardı, ben yansıması varsa mutlaka kendisi de vardır diyordum ama her zamanki gibi ve gene ısrarla, yanılıyordum. Yanılmaya duyduğum tutkuyu başka hiçbir şeye duyamazken ben, hayattaki asıl amacımın ne olduğunu sorgulamaya nasıl da cüret edebiliyordum!? Köprü köprüydü ve yansıması yansımaydı. Anlamlandıramadığım nice kavrama bağımlı hale gelmiştim; anlamıyordum. Muhtaç olmak fikrinden tiksindikçe bu fikre bağımlı yaşamaya başlamıştım. Dinlediğim her insan yabancıydı. Konuştuğum her insan daha yabancıydı. Ben, aynadaki kişiyle aramdaki uçurumu aşamıyordum ve bu mesafeyi azaltacak yeni yabancılar topluyordum çevremde. Masama davet ettiğim ve ismini bildiğim birçok insana ısmarladığım içkiler yudum yudum azaldıkça ben anlam kazanıyordum. Ya da anlam değil sadece kazanıyordum açtığım savaşı. Savaş mı? Tarafları kim? Tarafları var mı? Tarafsız bir savaş bu. Korunan bir ülke üstünde oynanan ahlaktan yoksun oyunlardı çevremde dönen evet, ama savaşsız kazanımların kaynağı olan ben miydim yani? Kişi kendinin ne büyük bir düşmanı olduğunu düşmanı kendisi olmadan anlayamıyor sanırım. Belki de hakikatten bu denli uzak ve ona ulaşmak için bu denli az uğraşan bir kul olmam küstürmüştü yaşamı bana. Unuttuğum, pastadan pay almak için kuyruğa girenleri o kuyruğa benim davet ettiğimdi. Yo bir pasta kadar tatlı ve sevilen bir şey olmadığımın ben de farkındayım, hatırlatma. Hatırlatma çünkü ben hep bir adım uzağım kırılmaya. Tebessüm ettim... Kırgınlıklarımın bu denli kolay olması benim kırgınlığımın aslında kendime olmasından mı yoksa kolay olmamdan mı... Arada bir bağlantı kurmak gerekiyordu, tüm ısrarım bundandı tüm çabam. Kan ter içinde kaldı soluğum-nefes alamıyorum. Bir bardak su istemek için insan aradım, başımı zorlukla kaldırdım ve salt gökyüzü ile yeryüzü arasında sıkışıp kalmış ve üstelik nefes alamazken tam bir aptal gibi görünen kendimi, kendimden arta kalan bedenimi, bedenimin gölgesinden başka bir şey olamamış ruhum ve benliğimi, eğer varsa kimliğimi gördüm yalnızca. Kimse kalmamıştı. Üstelik ne aydınlıktı ne karanlık. İklimler de zaman kavramı da terk etmiş bu diyarı. Galiba.
Peki ama, ben buraya nasıl geldim?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder