20120411
İmza: Nemesis
Cesur olmak, korkmamak ya da korkar olmamak demek değildir. Cesur olmak, bir seçimdir. Bir oluştur. Kafa kağıdınızdaki özet geçilmiş nitelikleriniz arasında asla olmayacak olan, olması beklenmeyecek olan bir oluştur hem de. Bir nevi, tersine dönmesidir "modern" insanın. Bir cinsel organa göre ve/veya bir "vatandaş" olarak anılmak istemeyi bırakıp birey olmaya odaklanmaktır. Kendi seçimlerini yapacak, düşünecek ve kendi seçimlerini yaşayacak bir birey olarak yaşamak, bu şekilde ölmeye hazırlıklı olmaya bir adım yaklaşmak demektir. Cesur olmak, cesur olmaktır. Bir olma halidir cesaret... Ötesi değil.
Çocukluğum, sosyal-demokrat(potansiyeli)olan ebeveyn ve aile büyükleri arasında geçti. Gittiğim gösterişsiz mahalle ilkokulunda, duruşuyla ve görünüşüyle sivrilmiş, saygı gören ve okul aile birliğinde başkanlık yapan annemin de etkisiyle gayet popüler bir kimlikle okudum. Adaletçiydim: Öğretmenim konuşmadığım halde kafama kırmızı kapaklı ağır test kitabını geçirdiği için tam iki hafta konuşmamıştım onunla. Dayanışma konusunda kendimi aşmıştım: Annem ve babam bana, toplumun hangi tabakasından gelirse gelsin hiçkimseden farklı olmadığımızı iyi belletmişti. Tüm hayatım boyunca görece ezilmiş kişilerle daha büyük ve gerçek samimiyetler kurdum. Çoğu zaman zengin bir iş adamı olarak anılan babamın sosyalist kimliğinden bihaber geçirdim o zamanları. Sonra sonra, annemin de Ankara Hukuk'tan terk olduğunu öğrendim. Lisede kırmızı kazaklar örermiş kendine, okul kapısında pek çok kez tartaklanmış; bilmiyordum çocukken.
Ablam kolejde okudu orta okulu. Sonra devam ettiği devlet lisesi, benim dönemimde anadolu lisesi olarak belirlendi ve ben aynı hoca kadrosuyla lise öğrenimmi tamamladım. Sonra ablam Ankara'ya, bir vakıf üniversitesinde hukuk öğrenimi görmek için geldi. Ben de bundan dört sene sonra Ankara'ya, sırf onun yanına kaçışlarımda dolaştığım Kızılay'a müthiş aşık olduğum için geldiğimde, bir devlet okulu olan Gazi Üniversitesi'nin öğrencisi olarak geldim.. Aynı vakıf üniversitesine benim de puanım yetiyordu, burslu olarak gene istediğim bölümü okuyabilecektim; ama siyasi duruşum sebebiyle -sosyal devlet anlayışına sonuna kadar sadık bir yeniyetme olarak, daha da kötüsü uyuyarak geçirilen bir orta okul ve lise öğrenimi sonrasında- devlet okulunda okumayı kafama koymuştum. Hayatımın hiçbir döneminde bu görüşümün değişmeyeceğine dair inancım çok sağlamdı..
O aralar annem ve babamın CHP oydaşlıklarını çok sorgulamıyordum. Köhne zihinlerin arasındaki aydın ve seçkin ebeveynlerimle dibine kadar hayrandım. Bu durum hala pek değişmedi.
Okulda Atatürkçü Düşünce Topluluğu'nun kemik kadrosuna otomatik olarak dahil oldum. Buna ek olarak çok kısa bir süre TGB'de de bulundum. Lisans hayatımı, fakülte topluluklarınun yaygın ülkücü hissiyatıyla kötü kötü bakmalarına, arada bir omuz atmalarına ve hatta bir arkadaşımı 1'e 20 oranında saldırmalarında olaya az çok müdahil olmam sonucu bu tepkilerin artmasına tahammül ederek ve tepki göstererek geçirdim. Birkaç kez, engellenen organizasyonlar yapma işine giriştik ve birkaç kez standımız yağmalandı. Son sene, okula uğramaz oluşum sebebiyle ADT'den git gide uzaklaştım. Hala arkadaşlarla arada bir görüşürüz; ama toplulukla bağım tamamen koptu.
Bu arada ben, zaten en değerli senelerimizin saçma sapan bir düzensizlik ve alışkanlıktan bozma yöntemlerle, sorgulamanın ters tepeceğini beynimize kazıyarak işleyen eğitim sistemiyle heba olduğunu düşündüğüm için KPSS'ye girmemek konusunda müthiş kararlıydım. Kendimi çekirdek çitleyerek ya da vatandaşı hılt ederek geçirilecek mesai saatlerine adapte edemeyeceğimi biliyordum. Daha doğru bir söylemle, ne yapmak istediğimi henüz bilmiyordum ama ne yapmamak istediğimden tümüyle emindim. Hayli özgüvenli söylemler...
Neyse sonra mezun oldum, mezuniyetimizi kutladığımız bol mezeli ve karıştırılan içkili, dolayısıyla tüm sağlıklı yetilerini kısa süreliğine rafa kaldırmış bünyemle derhal bir özel şirkette işe girdim. :) Paraya ihtiyacım vardı, canım daha önce yaptığım gibi sekreterlik ya da garsonluk yapmak istemiyordu; zira daha fazla paraya ihtiyacım vardı bu sefer. Tam 18 gün sabredebildim. Sonra, hayattaki biricik vasfı "patron" olan hanımla kavga ettim. Bana insan gibi davranılmıyordu, aleni şekilde "mobbing"e maruz bırakılmıştım ve sadece bu insana tahammül etmek bile alkış hakedecek bir şeydi. Kazandığım para bana bütün yaz yetti. Birkaç gençlik projesine katıldım, seyahat ettim, arkadaşlarla tatil yaptım(hayatımda ilk kez).
Bu süreçte, ablamla paylaştığımız evden ayrıldım ve bir müddet arkadaşlarda, erkek arkadaşta, ebeveynlerin memleketteki evlerinde ikamet ettim. Yaz sonlarına doğru yüksek lisansı kazandım, arkadaşlarımın oturmakta olduğu eve üçüncü çıktım ve başka bir özel şirkette işe başladım. Bu sefer, beklentim vardı. İleride KOSGEB desteğiyle annem için bir yer açmak istediğimden, proje danışmanlığı yapmak işime geliyordu. Ama arkadaşlarına kavun taşıtan, kayınçosunun atandığı kenti öğrenmek için Ankara Tıp Fakültesi'ne filan gönderen ve sadece dini bayramlarda tatil yapmamıza müsaade eden bir patronla yüz yüze olduğumdan ve ayrımcılığa ve "param var benim, senden üstünüm" anlayışına en az tanrıya inandığım kadar karşı olduğum için, pek tabii ki, tahammül edemedim... Ordan da 1,5 ay sonra kavga kıyamet çıktım. Ordan aldığım para da bir süre idare etmemi sağladı.
Yüksek lisansa yoğunlaştığım 2011-2012 güz döneminde bütün ödevlerimi takır takır yaptım, bulunduğum yeri sevdim ve akademisyen olmayı düşlemeye başladım. Tam da bu dönemde, senelerdir uyuttuğum kendim bir şeyleri anlamaya başladı. Milisaliselik aydınlanma seansları birbirini kovaladı ve her yolculuk sırasında ben daha çok "hass..." tepkisi verir buldum kendimi.
Fark ettiğim gerçeklikler, "toplum" anlayışından, Türkiye toplumunun çoğunluğundan ve ezici eylemlerinden tiksinmeme yol açtı. "Sosyal" anlayışım çatladı. Kendisini güçlü ve farklı addettiğim pek çok kadının "bayan" anlayışından öteye geçemediğini, "bayan yanı destekçisi" olduğunu, kadınların "yasal" olmayan cinsel hayatlarını histerik olarak değerlendirdiğini, erkeklerin "kusurlu" kadınlarla evlenmek istememelerini haklı gördüklerini, hangi siyasi partiye dahil olursa olsun tüm siyasetçilerin korkunç olduklarını anladım. Daha kötü fark edişlerim daha çok acı verdi. Bu devlette, devletin kendi eliyle yürütülen bütün politikalar rezildi. Yıllarca faşist uygulamalarla, eğitimi, medyayı, ekonomiyi, her şeyi ama her şeyi kullanarak, küçük-büyük pek çok topluluğu ezdiğini çok sonra fark ettim. Devlet, yapay bir anlayıştı ve devletlerin sınırları, barışın ve gerçek adaletin aleyhine atılmış ilk darbeydi. Bu dünyada gücünü sadece büyük, hep daha büyük olmak için kullanan birkaç devlet vardı ve en büyük ekolojik ve sosyal yıkımı da, yarattıkları saçma sapan ve temelsiz kavramlarla (gelişmekte olan ülke- üçüncü dünya-sürdürülebilir kalkınma-..) biz elbirliğiyle yürütmek için çokça istekli bir ülkeydik. İnsanlar, kendilerini sevmeyi, kendilerinin güçlü olduğunu asla öğrenmedikleri, öğretilmekten kaçınılan pek çok yararlı bilgiden yoksun nesiller yetişsin diye ceplerini boşaltıp çocuklarını, eğlenecekleri ve sevgiyi öğrenip deneyimleyecekleri en güzel yaşlarında "okullara" yolluyorlardı. Sağlık, hizmet filan değildi! Sağlık hizmeti diye bir şey yoktu. Eğitim yoktu. Devlet, iğrenç ve ağzından tükürükler saçan bir şirket patronundan başka bir şey değildi. Yönetişimci anlayışı öncüler gibi görünen, sadece gibi görünen, tüm uygulamaların altında, yerel yönetimlerin de sermayeden nasibini almak adına mücadele eden sahtekar başkanları vardı. İnsanlar gerçekten aptaldı. Baştan sona yanlış olan uygulamaların karşısında şükrediyorlardı.
Diktatörce tavırları, diplomasiyle siyaseti birbirine karıştıran uluslar arası politikaları, kendisini seçen insanlardan nefret eden "erk"leri yüceltiyordu insanlar. Gerçekten "küçük adam"dılar ve dinlemiyorlardı. Büyük ya da büyümeye gönüllü adamlara da karşıydı bu küçük adamlar.
Devletten nefret ettim. Ezilen halklar üzerinde ısrarla ve iştahla yürütülen sömürüye her gün daha çok tanık oldum. Bir küçük burjuva çocuğu olarak ben, insanların umutlarının ölüme götürdüğü, yol ortasında kazılıp bırakılan çukurlarda öldükleri, "dostlar alışverişte görsün" zihniyetiyle gencecik fidanların eline silah verip onları "milliyetçi" hislerle doldurup bir başlarına bırakıldıkları bir ülkenin vatandaşıydım ben. Dünyanın pek çok ülkesi, pek çok devletindeki gibi, birey olmam istenmiyordu ve birey olarak müthiş değersizdim.
İnandığım tanrıya sırtımı döndüm.
Doğru bildiğim her şeyin yanlış olduğunu gördüm.
Dünyada bu yanıgıya sımsıkı sarılarak bomboş bir ömür geçiren milyarlarca zavallı insanın yaşadığını anladığımda, daha çok öfkelendim.
Kadın üzerindeki, doğa üzerindeki, sanat üzerindeki, insanlar üzerindeki, barış üzerindeki tahakkümü meşru kılan her şeyi devletin kendisinde buldum. Amerika'nın düşman yaratma savaşlarına ihtiyaç duymadım: Dostum olduğundan çokça emin olduğum kurumun kendisi, hiçbir zaman dost olmamıştı ve olmayacaktı. Yapısı gereği olamazdı.
Bu arada okuduklarım, dinlediklerim, izlediklerim gösterdi ki, anlamakta gecikmiştim. Ama döndüğüm zarardaki kâra odaklandım.
Kendimi sorguladım. Kendimi tanımaya çalıştım. Kafamı, bunun için gerçekten çok yordum. Uykusuz ve ağlak geceler ve günler geçirdim. Sevdiklerimden yardım aldım.
Kolektif yıkıma dur demek için önce bireysel devrimimi gerçekleştirmem gerekiyordu. Bu süreç henüz bitmedi. Ama başlangıcı geride bıraktım ve sağlam adımlarla ilerliyorum, biliyorum bunu.
Üstelik benim bu gerçekleri ve bu bireysel devrim kararını vermem için, kadrolaşma illetinden zarar görmem ve atanamamam gerekmemişti. Tanıdık aracılığıyla girebileceğim işler de oldu; girmedim. Özel üniversiteye beslediğim hisler daha romantikti; ama bu kararım tamamen karakterimle alakalı. Babadan gelen bir "emir alamama" halim var çünkü. Ayrıca yapım gereği, gebe kalma ya da alem ne der anlayışına mensup olmadığım için o iş yerindeki herhangi bir rahatsız edici uygulamada çenemi sıkamayacağımdan emindim. Gerek yok. Garsonluk da yeterince iyi bir iş. Üstelik Ankara'da, bir duruşu rahatlıkla devam ettireceğin ya da kendini geliştirebileceğin, yanlışlarını öğrenebileceğin küçük işletmeler de olduğundan, çok mecbur kalırsam iş bulmakta çok zorlanmayacağımı düşünüyorum. Yeter ki kimsenin karşısında boynumu bükmeyeyim, "emredersiniz," demeyeyim. Yeter ki altmış yaşımda al-ver işi yaparak ölümü düşlemeyeyim. Çünkü hayatımda kimseye yalakalık etmedim. Edemem.
Şimdi bir yerlerde gazeteciliği öğrenmeye çalışıyorum.
---
Cesur olmak bir tercihtir. Bir rastlantı sonucu bu devletin sınırlarında dünyaya geldiğim için, önceden çizilmiş bir kötü kaderi yaşamayacağım. Sırf bu rastlantı yüzünden ben, milliyetçi duygular beslemeyeceğim. Sırf, öldükten sonra ödüllendirileceğim diye güzeli haram, saçmayı helal kılan dine köle olmayacağım. Devletin, sermaye sahiplerinin, pabucumun güçlülerinin karşısında dimdik duran küçük oluşumları destekleyeceğim. Anarşizm ruhunu taşıyan insanlarla tanışacağım. Bisikletine atlayıp kendini ve dünyayı keşfeden insanlara aşık olacağım. Nüfus kağıdını ve kredi kartlarını kesip atan McCandless'ı düşünmeden bir gün geçirmeyeceğim. İnsanlara inat insanları seveceğim. Sanatı duvarlar arkasına, düşünen büyük adamları parmaklıklar arkasına, birbirini seven hemcinsleri toprağın altına gönderen zihniyete, soluduğum sürece karşı çıkacağım. Öldürülen, intihar eden, umursanmayan ve hayatının tek bir dakikasını bile ağlayarak geçiren herhangi bir "vatandaşın", özellikle de gençlerin, çocukların ve kadınların hislerini paylaşacağım.
Bizden nefret eden, yıldırmak isteyen, uyutan, emirlere uyarak emirler veren, dünyayı çürüten, sahtekar ve kapitalizm müridi devleti, ben, sevmiyorum. Dileyen sevsin. Dileyen desteklesin. Dileyen şükretsin. Ben etmiyorum. Dünyada sevgimi hakeden milyarlarca başka güzellik varken, bunun üzerinde harcamıyorum. Hayatımın sonuna kadar, sokak müzisyenlerini, tezgahtarları, Noviembre'ci anlayışı destekleyeceğim.
Susma..
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder